10 Mart 2018 Cumartesi

Önce Görev

Şimdi size bu başlık altında gerçek hocalık (Eğitmenlik) nedir, ne değildir onu anlatacağım. Ancak bunu, kendimi gerçek hoca olarak görüyorum da o vasıfla anlatıyorum olarak görmeyin. Bizim öğrenciliğimiz halen  devam ediyor. Ama 1975 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci kampüsünde, Dermatoloji stajı yaptığım sırada gerçek hocalığın ne olduğuna Prof. Dr. Nur Or’un bir dersinde tanık oldum.
Hocalık tavrı mesleğe göre değişmiyor. Mesleklerin şekli şemali değişebilir. Ancak hocalık tavrı apayrı bir şeydir. Bunun için meslek bilgisi yetmez. Ayrı bir yetkinliğe sahip olmanız gerekir ki o olgunluk sizi meslekte ilerletir zaten. Herkeste yeterli potansiyel vardır. Ama yeterli yetkinlik var mıdır? Varsa ne mutlu size, yoksa o olgunluğu geliştirmek için çaba sarfetmek gerekir.

Öğrenmenin, çalışmanın, gelişimin sonu yok. Yolun sonu da hocalığa çıkmıyor. Huzurlu ve faydalı insan olmaya çıkıyor. Ancak hayat yolunda yürürken belirli bir olgunluğa ulaşırsanız ve şartlar da uygunsa hocalık sıfatı size uğrayabilir. Ancak ben hoca oldum derseniz yanılgıya düşersiniz. Bu sefer, gevşediğinizden dolayı çalışma enerjiniz azalıp hocalığın size zararı olur. Üretken ve faydalı değil, etrafına yük olan kibirli bir patron olursunuz. Bu sefer hocalık size yük olmaya başlar. Her zaman için, Prof. Dr. Nur Or’da tanık olduğum tavır gibi şu düşünceden kopmamak lazım: Önce görev!

Bir araştırmaya göre genellikle başarılı insanlar insan ilişkilerine takılmayıp sadece görevlerine odaklanırken, başarısız insanlar ise görevlerinden çok insan ilişkilerine takılıp şikâyet etmekle meşgul oluyorlar. Başarılı insan zamanını ve enerjisini doğru kullanırken başarısız insan gereksiz düşünceleriyle zamanını ve enerjisini israf ediyor.

Bunun ne kadar doğru olduğunu hocam Prof. Dr. Nur Or’un dersinde tanık olduğum olayı okuyunca anlayacaksınız. Hocam gibi başarılı insan olmak da var, ya da ilişkilere takılıp kendini yiyip bitirmek de var. İşte o ben hoca oldum diyenler yukarıdaki başarısız insan profiline sahip olanlardır. Başarılı olmak huzurlu ve faydalı olmaktır. Huzurunu yapıcılıktan almaktır. Bu huzurun sonu yok ki. Hoca olmak kibir yapılacak, ben oldum denecek bir konum da değildir ayrıca; daha çok faydalı olabilmek için size sunulan bir fırsattır.

İşte bu fırsatı iyi değerlendiren Dr. Nur Or’u bir gün sınıfta bekliyoruz. O gün “Psöriyazis (Sedef hastalığı)” konusu işlenecek. Her hocanın sınıfa girerken tekrarladığı bazı rutinleri vardır. Yıllar geçse de siz, bir hocanızı hatırlarken o rutinlerle hatırlarsınız. Adeta o rutinlerle özdeşleşirler.

O zamanın Kürsü başkanı Prof. Dr. Lütfi Tat da eski bir asker olduğu için Dermatoloji stajı derslerinde bazı askeri rutinler oluyordu. Dr. Nur Or da bu rutinlerle derse giriyordu. Hatta hastanede bazı söylentiler de oluyordu, “Ayıp oluyor gençlere, burası askeriye mi? Hastane mi?!” diye.

Öncelikle hocanın geldiğinden sınıfa girmeden haberimiz olurdu. Hani ilkokul yıllarında olur ya, hoca sınıfa gelene kadar sınıfta kıyamet kopar, herkes oynar, koşturur. Bir de kapıda bir öğrenci bekler. Hoca yaklaşınca da kapıda bekleyen kişi, “Hoca geliyor, hoca geliyor” diye herkese haber verir. Sonra herkes toparlanır.

Bizimki bu tarz bir bekleyiş değildi. Kapıda biri beklerdi ama hocanın isteğiyle. Genelde de o kişi staj başkanı olurdu. Sonra Nur Or hoca yaklaşırken başkan, “Dikkaaat!” diye bir bağırırdı, bütün sınıf büyük bir gürültüyle ayağa kalkardık. Sanırsınız Kuleli Askeri Lisesi’nde ders yapılacak.

Sınıfta zemin, bir adım atsanız her adımınızın neredeyse tüm sınıfta duyulabileceği bir şekilde mermerden yapılmıştı. Böyle bir zeminde tüm sınıf olarak ayaklarımızı yere vurarak ayağa kalkıyorduk. Garip bir durumdu. İnsanın, “Biz ne yapıyoruz böyle ya!” diyesi geliyordu. Ama hoşumuza gitmiyor da değildi hani. Yaşam koçlarının iş yeri çalışanlarına verdiği motivasyon çalışmaları gibiydi.

Dikkat çekildi, hepimiz ayaklarımızı yere vurarak ayağa kalktık, Nur hoca sınıfa girdi. Ardından her zaman olduğu gibi hoca masasına doğru yürümeye başladı. Dermatoloji dersini işlemek için sandalyesini arkaya doğru çekti ve masasının önünde selamlaşmak için bekledi.

Dr. Nur Or, oldukça iyi bir dermatolog ve öğretici idi. Öğrencilerin işlenen konuyu iyi kavramasını sağlıyordu. Ayrıca yaşamla ilgili iyi algoritmaları da oluyordu. Onu dinleyince ekstradan yaşama sanatı bilgisi de edinmiş oluyordunuz. Haliyle de yanında bulunan stajyerler de hastalar da dinlediklerinden memnun kalıyorlardı.

Sınıfın önünde tahta bir kürsü vardı. Hocanın antika denebilecek eskimiş olan tahta masası bu kürsünün üzerindeydi. Masanın yanında da gıcırdayan ve yine tahta bir sandalye vardı. Hocamız hafif kilolu ve sevimli biriydi. Sınıfa şöyle bir baktı ve “Günaydın” dedi. Biz de, “Sağ ol” dedik ve yine, haydii, bir gürültü kıyametle yerlerimize oturduk. Derslere başlamadan önce böyle iki kere anlamsız bir gürültü çıkarıyorduk adeta.

Biz otururken Dr. Nur Or hoca da tahta sandalyesine oturmuştu, ancak biz hocayı göremiyorduk. Hoca yok. Bir saniye önce günaydınlaştık. Şimdi sınıfta bulamıyoruz. Sonra eski masanın üzerinde bir el gördük. Hemen ardından bir kafa gördük. Anladık ki hoca düşmüş. Bir de tahta bir kürsü üzerinde yüksekte durduğu için, arkaya doğru sandalyesi kırılıp düşünce önden de göremiyoruz kendisini. Hoca bir doğruldu, gömleğinin yakaları bozulmuş, kravat bir tarafta, gözlük öbür tarafta, beyaz önlük buruşuk. Daha az önce askeri bir karizmayla giriş yapmış, dikkaat deniyor, çaat ayağa kalk, paat yerine otur, sonra küt diye öğrencilerinin önünde yere düş; ne zor bir durum. Olana bak!

Öğrenciler olarak biz de merakla ayağa kalkan hocamıza bakıyoruz. Acaba ne yapacak? Şahsen ben olsam orada durmam, öyle bir düşüşten sonra dersi iptal eder, çıkar giderim sınıftan. Ama Dr. Nur Or biz öğrencileri şaşırtan bir şey yaptı.

Şimdi bu durumda ne yapılabilir? İnsan panik olabilir. Bunun için o durumda kişinin kendine ait bir “Acil, beklenmedik durumlarda yapılacaklar” listesi olması lazım ki kendini kontrol edebilsin. Çünkü böyle durumlarda vücutta salgılanan şeyler oluyor ve bunun kontrolü gerekiyor. Hemen hasar tespiti yapıp olayı normalize etmek gerek.

Mesela birisi suçlanabilir. Hemen önündeki bir öğrenciyi suçlarsın, “Senin yüzünden oldu” diye. Ya da hemen başkanı asarsın, “Sen bu sandalyeyi niye kontrol etmedin, kırık sandalyeye mi oturtuyorsunuz beni” diye.

Hoca hiç birini yapmadı. Bozulan gömlek kravatını bile düzeltmeden tebeşiri alıp tahtaya döndü ve “Çocuklar bugün Psöriyazis’i işleyeceğiz” dedi ve dersi sonuna kadar anlattı. Biz de nefes almadan dinledik. Hocalık buymuş dedim. Onun olgunluğu bana şunu öğretti: “Önce Görev!” Önce görevi yapmak gerekiyor. Bu durum, yukarıda paylaştığım araştırma sonucuyla da uyumlu. Başarılı insan, insan ilişkilerine takılmayıp sadece görevine odaklanır. Prof. Dr. Nur Or bu konuda gayet iyi bir örnektir.

Ne kadar büyük bir tesadüf ki bu büyük hocanın vefatında cenaze namazını kılmak şerefi, beni yetiştiren hocam Op. Dr. Güven Çetin’in  cenaze namazıyla birlikte 12 Mayıs 2014 tarihinde Ankara Kocatepe Camiinde yine bana nasip oldu. Her ikisi de benim meslek hayatımda “İdolüm” olmuş insanlardı. Her iki hocamı da saygıyla anıyorum.

Prof. Dr. Mustafa Yüksel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder