Şimdi size bu başlık altında gerçek hocalık (Eğitmenlik)
nedir, ne değildir onu anlatacağım. Ancak bunu, kendimi gerçek hoca olarak görüyorum
da o vasıfla anlatıyorum olarak görmeyin. Bizim öğrenciliğimiz halen devam ediyor. Ama 1975 yılında Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci kampüsünde, Dermatoloji stajı yaptığım sırada gerçek hocalığın ne
olduğuna Prof. Dr. Nur Or’un bir dersinde tanık oldum.
Hocalık tavrı
mesleğe göre değişmiyor. Mesleklerin şekli şemali değişebilir. Ancak hocalık
tavrı apayrı bir şeydir. Bunun için meslek bilgisi yetmez. Ayrı bir yetkinliğe
sahip olmanız gerekir ki o olgunluk sizi meslekte ilerletir zaten. Herkeste
yeterli potansiyel vardır. Ama yeterli yetkinlik var mıdır? Varsa ne mutlu size,
yoksa o olgunluğu geliştirmek için çaba sarfetmek gerekir.
Öğrenmenin,
çalışmanın, gelişimin sonu yok. Yolun sonu da hocalığa çıkmıyor. Huzurlu ve
faydalı insan olmaya çıkıyor. Ancak hayat yolunda yürürken belirli bir
olgunluğa ulaşırsanız ve şartlar da uygunsa hocalık sıfatı size uğrayabilir.
Ancak ben hoca oldum derseniz yanılgıya düşersiniz. Bu sefer, gevşediğinizden
dolayı çalışma enerjiniz azalıp hocalığın size zararı olur. Üretken ve faydalı
değil, etrafına yük olan kibirli bir patron olursunuz. Bu sefer hocalık size
yük olmaya başlar. Her zaman için, Prof. Dr. Nur Or’da tanık olduğum tavır gibi
şu düşünceden kopmamak lazım: Önce görev!
Bir araştırmaya
göre genellikle başarılı insanlar insan ilişkilerine takılmayıp sadece
görevlerine odaklanırken, başarısız insanlar ise görevlerinden çok insan
ilişkilerine takılıp şikâyet etmekle meşgul oluyorlar. Başarılı insan zamanını
ve enerjisini doğru kullanırken başarısız insan gereksiz düşünceleriyle
zamanını ve enerjisini israf ediyor.
Bunun ne kadar doğru olduğunu hocam Prof.
Dr. Nur Or’un dersinde tanık olduğum olayı okuyunca anlayacaksınız. Hocam gibi
başarılı insan olmak da var, ya da ilişkilere takılıp kendini yiyip bitirmek de
var. İşte o ben hoca oldum diyenler yukarıdaki başarısız insan profiline sahip
olanlardır. Başarılı olmak huzurlu ve faydalı olmaktır. Huzurunu yapıcılıktan
almaktır. Bu huzurun sonu yok ki. Hoca olmak kibir yapılacak, ben oldum denecek
bir konum da değildir ayrıca; daha çok faydalı olabilmek için size sunulan bir
fırsattır.
İşte bu fırsatı iyi
değerlendiren Dr. Nur Or’u bir gün sınıfta bekliyoruz. O gün “Psöriyazis (Sedef
hastalığı)” konusu işlenecek. Her hocanın sınıfa girerken tekrarladığı bazı
rutinleri vardır. Yıllar geçse de siz, bir hocanızı hatırlarken o rutinlerle
hatırlarsınız. Adeta o rutinlerle özdeşleşirler.
O zamanın Kürsü
başkanı Prof. Dr. Lütfi Tat da eski bir asker olduğu için Dermatoloji stajı
derslerinde bazı askeri rutinler oluyordu. Dr. Nur Or da bu rutinlerle derse
giriyordu. Hatta hastanede bazı söylentiler de oluyordu, “Ayıp oluyor gençlere,
burası askeriye mi? Hastane mi?!” diye.
Öncelikle hocanın
geldiğinden sınıfa girmeden haberimiz olurdu. Hani ilkokul yıllarında olur ya,
hoca sınıfa gelene kadar sınıfta kıyamet kopar, herkes oynar, koşturur. Bir de
kapıda bir öğrenci bekler. Hoca yaklaşınca da kapıda bekleyen kişi, “Hoca
geliyor, hoca geliyor” diye herkese haber verir. Sonra herkes toparlanır.
Bizimki bu
tarz bir bekleyiş değildi. Kapıda biri beklerdi ama hocanın isteğiyle. Genelde
de o kişi staj başkanı olurdu. Sonra Nur Or hoca yaklaşırken başkan,
“Dikkaaat!” diye bir bağırırdı, bütün sınıf büyük bir gürültüyle ayağa
kalkardık. Sanırsınız Kuleli Askeri Lisesi’nde ders yapılacak.
Sınıfta zemin, bir
adım atsanız her adımınızın neredeyse tüm sınıfta duyulabileceği bir şekilde
mermerden yapılmıştı. Böyle bir zeminde tüm sınıf olarak ayaklarımızı yere
vurarak ayağa kalkıyorduk. Garip bir durumdu. İnsanın, “Biz ne yapıyoruz böyle
ya!” diyesi geliyordu. Ama hoşumuza gitmiyor da değildi hani. Yaşam koçlarının
iş yeri çalışanlarına verdiği motivasyon çalışmaları gibiydi.
Dikkat çekildi,
hepimiz ayaklarımızı yere vurarak ayağa kalktık, Nur hoca sınıfa girdi. Ardından
her zaman olduğu gibi hoca masasına doğru yürümeye başladı. Dermatoloji dersini
işlemek için sandalyesini arkaya doğru çekti ve masasının önünde selamlaşmak
için bekledi.
Dr. Nur Or, oldukça
iyi bir dermatolog ve öğretici idi. Öğrencilerin işlenen konuyu iyi kavramasını
sağlıyordu. Ayrıca yaşamla ilgili iyi algoritmaları da oluyordu. Onu dinleyince
ekstradan yaşama sanatı bilgisi de edinmiş oluyordunuz. Haliyle de yanında
bulunan stajyerler de hastalar da dinlediklerinden memnun kalıyorlardı.
Sınıfın önünde
tahta bir kürsü vardı. Hocanın antika denebilecek eskimiş olan tahta masası bu
kürsünün üzerindeydi. Masanın yanında da gıcırdayan ve yine tahta bir sandalye
vardı. Hocamız hafif kilolu ve sevimli biriydi. Sınıfa şöyle bir baktı ve
“Günaydın” dedi. Biz de, “Sağ ol” dedik ve yine, haydii, bir gürültü kıyametle
yerlerimize oturduk. Derslere başlamadan önce böyle iki kere anlamsız bir
gürültü çıkarıyorduk adeta.
Biz otururken Dr.
Nur Or hoca da tahta sandalyesine oturmuştu, ancak biz hocayı göremiyorduk. Hoca
yok. Bir saniye önce günaydınlaştık. Şimdi sınıfta bulamıyoruz. Sonra eski
masanın üzerinde bir el gördük. Hemen ardından bir kafa gördük. Anladık ki hoca
düşmüş. Bir de tahta bir kürsü üzerinde yüksekte durduğu için, arkaya doğru
sandalyesi kırılıp düşünce önden de göremiyoruz kendisini. Hoca bir doğruldu,
gömleğinin yakaları bozulmuş, kravat bir tarafta, gözlük öbür tarafta, beyaz
önlük buruşuk. Daha az önce askeri bir karizmayla giriş yapmış, dikkaat
deniyor, çaat ayağa kalk, paat yerine otur, sonra küt diye öğrencilerinin
önünde yere düş; ne zor bir durum. Olana bak!
Öğrenciler olarak
biz de merakla ayağa kalkan hocamıza bakıyoruz. Acaba ne yapacak? Şahsen ben
olsam orada durmam, öyle bir düşüşten sonra dersi iptal eder, çıkar giderim
sınıftan. Ama Dr. Nur Or biz öğrencileri şaşırtan bir şey yaptı.
Şimdi bu durumda ne
yapılabilir? İnsan panik olabilir. Bunun için o durumda kişinin kendine ait bir
“Acil, beklenmedik durumlarda yapılacaklar” listesi olması lazım ki kendini
kontrol edebilsin. Çünkü böyle durumlarda vücutta salgılanan şeyler oluyor ve
bunun kontrolü gerekiyor. Hemen hasar tespiti yapıp olayı normalize etmek
gerek.
Mesela birisi
suçlanabilir. Hemen önündeki bir öğrenciyi suçlarsın, “Senin yüzünden oldu”
diye. Ya da hemen başkanı asarsın, “Sen bu sandalyeyi niye kontrol etmedin,
kırık sandalyeye mi oturtuyorsunuz beni” diye.
Hoca hiç birini
yapmadı. Bozulan gömlek kravatını bile düzeltmeden tebeşiri alıp tahtaya döndü ve “Çocuklar
bugün Psöriyazis’i işleyeceğiz” dedi ve dersi sonuna kadar anlattı. Biz de
nefes almadan dinledik. Hocalık buymuş dedim. Onun olgunluğu bana şunu öğretti:
“Önce Görev!” Önce görevi yapmak gerekiyor. Bu durum, yukarıda paylaştığım
araştırma sonucuyla da uyumlu. Başarılı insan, insan ilişkilerine takılmayıp
sadece görevine odaklanır. Prof. Dr. Nur Or bu konuda gayet iyi bir örnektir.
Ne kadar büyük bir
tesadüf ki bu büyük hocanın vefatında cenaze namazını kılmak şerefi, beni
yetiştiren hocam Op. Dr. Güven Çetin’in cenaze
namazıyla birlikte 12 Mayıs 2014 tarihinde Ankara Kocatepe Camiinde yine bana
nasip oldu. Her ikisi de benim meslek hayatımda “İdolüm” olmuş insanlardı. Her
iki hocamı da saygıyla anıyorum.
Prof. Dr. Mustafa
Yüksel