6 Aralık 2018 Perşembe

Çamlıca Asker Hastanesi


Çamlıca Asker Hastanesine, 3 aylık Etimesgut’taki yedek subay eğitimini bitirdikten sonra kura çekerek 1986 yılının Mayıs ayında başladım. Çok şanslı olduğumu düşünüyordum. Çünkü Göğüs cerrahisinde aldığım uzmanlık eğitimini Milli Savunma Bakanlığının bu, özel dal hastanesinde devam ettirecek beraberinde de askerlik yükümlülüğünü tamamlayacaktım. 100’e yakın büyük akciğer ameliyatı gerçekleştirdiğim Çamlıca Asker Hastanesi’nden çok güzel anılarla ayrıldım. Asteğmen Op. Dr. Rıza Doğan, Asteğmen Uz. Dr. Orhan Arseven,  Albay Dr. Muhittin Dölalan, Albay Op.Dr. Tamer Baltacıoğlu, Albay Dr. Nevzat Kaya, daha sonra Gaziantep Üniversitesine rektör olan Albay Dr. Erhan Ekinci birlikte çalışma şansı bulduğum meslektaşlarımdı. 1986 yılında İstanbul’un en ağır kışını Çamlıca’da askerlik yaparken yaşamıştım. Yağan kar 3 gün okulların kapanmasına sebep olmuştu.

Çamlıca Askeri Hastanesi’nde bir gün idari nöbetindeyken vefat etmiş bir generalin cenazesinin bizim hastanenin morguna getirileceği haberi geldi. Morga yerleştirilmek üzere generalin cenazesi getirilince Başhekimimiz Op.Dr. Mühittin Kanlıçay Albay bana, “generali morgda güzel bir yere yatırın” diye tembihledi. Ben de gencim o zamanlar, gayri ihtiyari tebessüm ettim. Çünkü sonuçta morgdayız. Tamam, ben görevimi yaptım, morgda üstlerde bir yere yatırdık generali ama ne fark eder ki ha alt çekmece ha üst çekmece. Morg burası. Önemli olan bedene zarar gelmemesi ve korunarak orada bekletilmesidir. Tabii, maksat albayın gönlü olsun.

Toprağa gömülenleri pek ilgilendirmeyen ama toprağın üzerindekileri çok ilgilendiren bir mezarlık kültürü var fark ettiyseniz. Akrabanızın mezarı daha pahalı bir yerdeyse, mesela deniz kenarındaysa ve daha süslüyse bu durumun bizimle ilgili olduğunu anlamalıyız. Yani bizim hoşumuza gidiyor.

Ayrıca bu durum yaşayanların arasındaki bir rekabete de neden olabiliyor her konuda olduğu gibi. Rekabet hırsı, vefat etmiş yakınlarımızın üzerinden dahi sürüyor. Bir süre sonra beden çürüdüğü gibi kemikler de çürüyüp gidiyor. Ama mezara yatırım yapılmışsa o prestij devam ediyor.
Ta ki bu prestij peşinde koşanların kendileri vefat edene kadar. Tabii, onların da yakınları bu mezarlık kültürüne meraklıysa bu sefer kendileri giriyor pahalı mezarlıkların içine.

Daha sonraki terfi döneminde sayın Başhekim Muhittin Kanlıçay albayımın generalliğe terfi ettiğini öğrendim. Benim morgda iyi bir yere yatırdığım generalin de bu terfide yardımı olmuştur umarım.

16 Kasım 2018 Cuma

Kırmızı Kitap




Doçent olana kadar aklımın bir köşesinde hep göğüs cerrahisiyle alakalı bir kitap hazırlama fikri vardı. Bu fikrim isteğe dönüşüp artık o yetkinliği de kendimde görünce harekete geçtim. Uzmanlığımı aldığım dönemde hocalarıma tekliflerde bulunmaya başladım. Çünkü birilerinin el vermesi gerekiyordu. Kitabın tüm angaryasını ben üstlenecektim. Buna büyük bir zevkle razıydım. Güzel bir hizmetin hayali bile heyecanlandırıyorken bu hizmeti başarmak tarif edilemezdi.

Gelgelelim kimse bu teklife sıcak bakmıyordu. Bir kişiyi bulamadım. Koşmaya hazır bekleyen atletler gibi birinin işaret fişeğini çakmasını bekliyorum. Ama ses yok. Kitap için tek gereken zaman ve emekti ama herkes meşguldü ve emek vermeye istek yoktu. Böyle olunca da bir süreliğine vazgeçmek zorunda kaldım.

Yıl oldu 1999. Profesör oldum. Artık en genç profesördüm. O günlerde Göksel Kalaycı ile beraber düzenli olarak doçentlik jürilerine katılmak için Ankara’ya gidip geliyorduk. Yine bir uçak yolculuğumuzda Ankara’ya giderken klasik bir göğüs cerrahisi kitabı lafı açıldı.

Göğüs cerrahisi hakkında Türkiye’de kapsamlı bir kitap yoktu. Doktorlar, öğrenciler, asistanlar, üniversiteler için kaynak olacak, bu alanda bir araştırma yapıldığı zaman en arka planda ağırlığıyla duracak, kapsamlı bilgileriyle güven veren ‘ben buradayım’ diyen kitaplardan olacak bir kitabın hazırlanması gerekiyordu.

Oldukça iddialı ve geniş kapsamlı bir ismi olan Göğüs Cerrahisi kitabını hazırlamayı Prof. Dr. Göksel Kalaycı’ya Sıhhiye’de Ordu Evi’nin karşısındaki pastanede kahvaltı yaparken teklif ettim. Memnuniyetle kabul etti. Tabiri caizse açık çek verdi. Her türlü desteği vereceğini ve her şekilde kendisine danışabileceğimi söyledi. O gün başlayan kitap yolculuğumuz tam bir yıl sürdü. Bir yılın sonunda Bilmedya Grup tarafından basılan kitap elimizdeydi.

Türkiye’nin ‘Göğüs Cerrahisi' kitabını hazırlamak için önce bölümümüzle, sonra çevre üniversitelerle ve daha sonra Türkiye’deki bütün Tıp Fakülteleri ve Eğitim Araştırma Hastaneleriyle irtibat kurarak görüşmelere başladık. Seferberlik gibi bir şeydi. Sürekli mektuplar gidip geliyordu. Hangi doktor hangi konuyu yazacak, kim kiminle yardımlaşacak, hazırlanan konular yeterli mi, daha ne yapılmalı, vs. gibi görüşmelerle bir yılı tamamladık.

Bu süreçte herkesi takip ediyor ve herkesle haberleşiyordum. Göksel Kalaycı ile olan Ankara buluşmalarımızda da kitap iyice belirginleşmişti. Kitap tamamlanınca ikimiz de 200’şer dolar ortaya koyarak 400 dolar peşinatla 4000 Dolara mal olan kitabı 2001 yılında bastırdık. Tıp Fakültelerindeki derslere kaynak oluşturacak bir kitap hazırlayabildiğimiz için ve bu fikri aklımın bir kenarında terk etmeyip harekete geçebildiğimiz için mutluyum.

2013 yılına geldiğimizde Prof. Dr. Akın Eraslan Balcı ile gelen talepler doğrultusunda kitabı güncelledik. Kırmızı Kitap’ın güncellenmiş halini ne yazık ki Göksel Kalaycı hoca göremedi. İstanbul Çapa’da benim de jürisinde bulunduğum doçentlik sınavı gününde bir hasta yakını tarafından vurularak hayatını kaybetti. Ruhu şad olsun.

28 Eylül 2018 Cuma

112 Acil



1977 yılında ihtisasa başladığım yıllarda 112 acil diye bir kavram henüz icat edilmemişti. Ama trafikte bugünkü gibi her an ilk yardım müdahalesine ihtiyaç duyuluyordu.
İlk yardımın nasıl yapılacağını bilmeyenler dışında bir de benim gibi doktor olmasına rağmen gerekli ekipmanı olmadığı için yetersiz kalanlar vardı. Bir doktor olarak kaza geçirmiş birisinin yanında resmen kalakalıyorduk.
Bu durumdan kurtulmak  ve her an trafikte hazır olabilmek için Renault 12 markalı arabamın arkasındaki ilkyardım çantasına önce küçük bir dikiş seti ekledim. Böylece bir nebze de olsa kaza geçirmiş birisine müdahalede bulunabilecektim.
Zaman geçtikçe bunun da yetersiz kalacağını düşünerek cut-down, trakeostomi ve kapalı drenaj setine kadar uzanan bir acil torbası(bohçası) oluşturdum. Yavaş yavaş arabam ambulans olma yolunda ilerlerken arabanın arkasındaki bohça tam bir ameliyat seti olacakken hevesim kursağımda kaldı ve bu sevdadan vazgeçtim çünkü arabam ambulans değildi ve arabanın arkasında bavul konacak yer kalmamıştı.
Eminim o yıllarda benim gibi birçok doktor bu hislerle arabasını ambulansa çevirme girişiminde bulunmuştur. Şimdi yine belki arabalarımızda bir şeyler bulundurabiliriz ama eskisi gibi değiliz artık.
Ambulanslar kaza yerine 3-5 dakikalık bir sürede geliyor. Tabii bu sefer de bir İstanbul klasiği olan trafik probleminin getirdiği engeller var. Bu yüzden de yolda olan ambulanslar yaralılara yetişemeden bazen çok geç kalmış olabiliyorlar.
Mustafa Yüksel
 

7 Nisan 2018 Cumartesi

1953'ten 53 Yıl Sonra


1953 yılında doğdum. 1953 yılından tam 53 yıl sonra, 53 yaşından itibaren ise tabiri caizse o doğum ve büyüme heyecanını tekrar tekrar yaşadım ve yaşıyorum. Bu, Pektus yani göğüs kafesi ile oldu.

Bir gün yurtdışında göğüs duvarı deformitesinin tedavisi hakkında bir konferansa katıldım. Donald Nuss’un orada anlattığı tedavi yöntemi aklıma yattı. Daha henüz o günlerde pek yaygın uygulanmayan bir tedavi yöntemiydi. Ancak o gün ikna olmuştum. O konferansta aklıma ve gönlüme o tohum atılmıştı. Yıllar geçti ve o tohum sonuç verdi. Şimdi tüm ilgim ve dikkatim Pektus üzerine yoğunlaşmış durumda.

İnsan, nereden nereye diyor. O gün demek ki doğru yer ve zamandaymışım. O gün sadece ikna olmuştum. Başka hiçbir şey yoktu ortada. Ama öyle ikna olmuş ve bunun doğru bir yöntem olduğuna inanmışım ki şimdi bu bilgi ağacını adeta elimde tutuyorum ve dünyanın dört bir yanındaki cerrahlara dağıtıyorum; gerek onların bana gelmesiyle, gerek de benim onların ülkelerine gitmemle. Tüm meşguliyetim adeta Pektus oldu.

53 yaşına kadar doktorluk mesleğinde rutin bir hayat yaşarken 53 yaşından sonra benim için her şey daha hızlı ilerledi ve gelişti. Adeta kendi potansiyelim de bu Pektus alanı içerisinde meydana çıktı. O konferansta kulağımdan içeriye giren bilgiler içimdeki potansiyeli tetikledi.

Bu öyle bir süreç ki asla şundan dolayı bunlar oldu diyemiyorum. Tek bir tavsiye vermem mümkün değil. Doğru da olmaz zaten. Hayal kurmak, kararlı olmak, hedef koymak, gayret etmek ve tüm bunların yanında da şartların lehinize işlemesi gerekiyor. Başarı hem size bağlı, hem size bağlı değil. İpi bir yerden yakalamak gerekiyor. Yakaladın mı da bırakmayacaksın. Kendine doğru çekeceksin. Çünkü o senin şansın, yolun ve hediyendir. O ipi gayretle çektikçe potansiyelin de sana doğru gelir.

Ben o ipi çektim. Pektus hastalığının tedavi yöntemini duydum, etkilendim ve bunun üstüne gittim. Duyup, “ha güzelmiş” deyip de umursamaz davranmadım. Umursamaz davranırsanız ip kaçar gider.

Tabii yine de gelecekte ne olacak hiç bilemedim. 53 yaşımdan önce de sonra da bu böyle oldu. Bilmedim ama adım attım ve mücadele ettim.

Mesela tıp öğrencisi olarak amfilerde otururken hiçbir zaman mezun olup göğüs cerrahisi ihtisası yapacağımı ve göğüs cerrahı olacağımı düşünmüyordum.

O günlerde dertlerim hep Anatomi, Farmakoloji, Patoloji ve stajlar ile sınavlardı. Bu kaygılarla boğuşur ve “Hoca bize takar mı?” endişesiyle ortalıkta pek gözükmezdim pek çok öğrenci gibi.

Mesela Uzman olduğumda aklıma hiçbir zaman öğretim üyesi olacağım gelmiyordu. Tek kaygım bol bol ameliyat yapmaktı. Geleceği bilmiyordum ama bulunduğum yerin kaygılarıyla boğuşarak buranın yani uzmanlık basamağının hakkını vermeye çalışıyordum.

Sonunda öğretim üyesi olduğumda yeterince yayın yapıp doçent ve profesör olabilecek miyim kaygılarıyla günlerim geçti. O günlerdeki tüm meşguliyetim editör ve hakemlere yazılarımı kabul ettirmekti.

Ve nihayet profesör oldum. Bu sefer de acaba güzel bir klinik kurabilecek miyim kaygılarıyla günlerim geçti. Ama Dünya’nın 14 değişik ülkesine gidip de kendi geliştirdiğim teknik ile ameliyat yapacağımı hiç hayal etmemiştim.

Kararlılık, hedef koymak, gayretli olmak ve şartların uygun olması gibi maddelerin yanında hayal etmenin de önemine değinmiştim. Potansiyeliniz ortaya çıkana kadar kısıtlı hayalleriniz olur ancak potansiyeliniz ortaya çıktıktan sonra aklınıza bile gelmeyecek hayaller yaşarsınız. Ne varsa kendinizde var. Bir yaşam koçunun söylediği gibi, “sabit giderleriniz küçük ama hayalleriniz büyük olsun”.

Sağlıcakla kalın,
Mustafa Yüksel

30 Mart 2018 Cuma

Yüzleşme

Ankara Atatürk Sanatoryumundaki eğitimim sırasında, 1983 yılında çıkan mecburi hizmet yasası nedeniyle, tüm Türkiye’den 16 adet değişik merkezlerden yetişmiş uzmanın, benim de eş durumu nedeniyle atandığım bu merkeze gelmesi benim için büyük bir farkındalık deneyimidir.
Bu merkezde çalışırken ilk defa yurtiçinde yapılan kongreye gittim ve ilk defa sunum nedir, nasıl yapılır orada gördüm. İlk yüzleşmem Hacettepe grubuyla karşılaşmamda oldu. İnsan sadece kendini eğitim aldığı yerle kısıtladığında yüzleşmeleri daha bir sarsıntılı oluyor.
Biz de en iyi eğitim kendimizde sanıyorduk. Ama burada yeni bir dünya ile karşılaştık. Sonra ya bir dakika dedik, daha yeni başlıyoruz. Değişik merkezlerden gelen uzmanlarla çalışmaya başlamam bende bu kişilerin yetiştiği merkezleri tanıma merakı uyandırdı.
İlk fırsatta Hocam Op.Dr.Güven Çetin’in desteğiyle Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğine gidip Prof. Dr. Şinasi Yavuzer ve Prof. Dr. Erdoğan Yalav hocamla 3 ay onların başasistanı olarak çalıştım. Bu çalışmaları daha sonra yurtdışı deneyimleri takip etti.


Marmara Üniversite Hastanesinde çalıştığım günlerden bir gün Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi öğretim üyelerinden  Dr. Ömer Soysal bir yıldır eğitim için kaldığı ABD’den dönerken  Marmara’ya uğradı. Ben, onun geldiği sırada hastanın yanında kendi kendime meşguliyet halindeyim. Ameliyatını yaptığım hastalardan birinin diren şişesini ters çevirerek boşaltıp (şişe kapalı bir fanus gibi olduğu için su doldurma yerleri şişenin tepesinde) temiz serum fizyolojikle dolduruyordum. Ömer Soysal bana baktı baktı, sonra yaklaşıp, “Ya abi, buna aspiratörle boşaltalım, daha iyi olmaz mı?” dedi. Ben elimde kovalarla Soysal’a bakıyordum. “Niye bu daha önce benim aklıma gelmedi” diye hayıflandım.


Görmeden, izlemeden olmaz. Havadan konuşarak bu işler olmuyor. Biraz ayağa kalkıp hareket etmek, zahmete girmek, etkileşime girmek gerekiyor. Düşünmek elbette olmazsa olmaz ama tek başına yeterli değil. Kişi sadece düşünerek yol alamaz. Böyle özgüven geliştiremez. Kısaca öğrenemez. Ama insan gidip gördüğünde, bilenlere kulak verdiğinde, öğrendiğinde o zaman tamam diyorsun, bunu benim bulunduğum yerde kimse bilmeyip uygulamasa da ben bu işi öğrendim, yapacağım diyebiliyorsun. Böylece yeniliklerde de ön ayak oluyorsun.


Benim Pektus ile ilgili görmediğim yer kalmadı şu Dünya’da. Dünya’nın dört bir yanına gittim. Her yerden bir şeyler kaptım. Bir hesap yaptım 3 yıl içinde uçakla 100.000 km yol kat etmişim. Sonra her yere bir şeyler vermeye başladım. Çünkü bir saatten sonra her yerden bilgi toplayınca uğradığınız yerlerden daha dolu oluyorsunuz çünkü her bir yer olaya bir noktadan bakıyor. Ama siz her noktaya uğradığınız için işin farklı yönlerini de bilmiş oluyorsunuz. Tabii bir de açık olmak gerekiyor. Gelişime, eğitime, yeniliğe açık olmadan harmanlama da olmuyor.


Fazla yer görmenin bir diğer enteresan yanı da uzaktan bilgi sahibi olmanın pek doğru olmadığını görüyorsunuz. Mesela çok yüceltilen yerlere gidince oranın ne olduğunu yerinde görmüş oluyorsunuz. Ya gerçekten yüceltildiği kadar kaliteli oluyor ya da tam tersi hiç de öyle olmuyor, oldukça basit oluyor. Bu da ayrı bir yüzleşme konusu.



Yenilik denilen şey iyi giden ameliyatları hep aynı yürütmek değildir. Hep geliştirmeye çalışmaktır. Hizmet güzel ama bir de bu hizmetin ortaya çıkış potansiyeli var. Bunu kullanmalıyız. O da keşfetme arzusu ve araştırmacılık. Hizmet veren hastanelerle üniversitelere bağlı olan hastaneler arasındaki fark da budur.

22 Mart 2018 Perşembe

Abant Gezisi


Bu anlatacağım hikâye muhtemelen iştahınızı açacak, karnınızı acıktıracak. Şimdiden kusura bakmayın. Ama karnınızın acıkmasıyla kalmasın bence bu. Mutlaka karlı havada sucuk ekmeği bir deneyin. Planlarınızın arasında dursun derim; açık ve karlı bir hava, bol oksijen, spor, ardından sucuk ekmek ve dost sohbeti.

Kendisiyle İngiltere’de tanıştığım Prof. Dr. Oğuz Polat ile birlikte bir dönem çok gezdik. Benim 1 yıllığına eğitim için gittiğim Londra’ya Oğuz 3 aylığına “British Counsil” bursu ile gelmişti. İkimiz de yalnızdık, birlikte tüm İngiltere’yi dolaştık. Türkiye’ye döndüğümüzde de bu yakın arkadaşlığımız devam etti, ailecek programlar yapardık. O zamanlar ikimizin de bütçesi kısıtlı olduğu için durumumuza uygun şeyler arardık. Bu yüzden indirimlerden yararlanmak için tatillerimizi aynı tarihlere denk getirip aynı yerlere giderdik.

Mesela Abant’a gideceğimizde Bolu’da “Öğretmen Evi”nde kalırdık.  İkimize de öğretim üyesi olduğumuz için indirim yapılırdı. Böylece ekonomik açıdan idare ederdik. Kayak yapmayı bana ilk defa Oğuz öğretmiştir. İlk kayma denemelerimi 37 yaşımda Uludağ’da yapmış, ilk gün kaymayı becermiştim.

Eskiden imkân buldukça kayak yapmaya giderdik. Artık gidemiyorum. Çünkü o kadar da güvenli bir spor gibi gelmiyor bana. Sonuçta her an bir yerinizi sakatlayabilirsiniz. Bir doktorun sakatlanması da günlerce ameliyatlarda işlevsiz hale gelmesi demektir. Hele her ay yurtdışında bir yerlere konferansa veya ameliyata giden benim gibi birisi için bu riske girmeye değmez diye düşündüğüm için artık kayağa gitmiyorum. Daha tehlikesiz tatiller tercihim.

Yine bir gün Oğuz ile Bolu’da Öğretmen Evi’nde kalıyoruz. Oradan Abant’a gitmeye karar verdik. İyi bir yürüyüş yapalım dedik. Tempolu yürüyüşte insanın ciğerleri açılıyor. Bir de bunu karlı havada yaptığınız zaman bol oksijen ile adeta diriliyorsunuz. Enerji doluyorsunuz; bembeyaz ağaçların arasında yürümek çok keyifli. Hele o karlı ormandaki sessizlik, sadece hafif bir flüt sesi gibi rüzgâr ve tabii ayağınızın altından gelen katır kutur dinlendirici ve kulağınızı doyurucu, bastığınız karın sesi.

Her şey bu şekilde güzel giderken içerden bir ses gelmeye başladı, bir sorun çıktı. E zaman geçiyor haliyle. Karnımız acıktı. Hem de baya baya acıktık. Bol oksijen soluyarak yürüyüş yapınca açlık bir anda vuruyor. “Ya şimdi ne olacak bizim halimiz” durumuna düştük resmen. İşte bu halde Abant’ta gölün etrafında yürümeye devam ediyoruz.
Derken etraftan kokular gelmeye başladı. Sucuk kokusuydu bu. Kokuyu takip etmeye başladık sanki. Gerçi koku her yerden bizi öyle bir sardı ki nereden geldiği de belli değildi. Yolu takip etmeye devam ediyoruz sabırla. Yani etrafa da bakıyoruz yemek yiyebileceğimiz hiçbir yer yok. Bir yürüyüş keyfi yapalım dedik açlıktan ne olduğumuzu şaşırdık.
Yürürken biraz ileride bir de ne görelim. Bizim pediyatri Anabilim Dalı başkanı rahmetli Prof. Dr. Müjdat Başaran yol kenarına mangalı kurmuş millete sucuk ekmek yapıyor. Biz de gittikçe oraya doğru yaklaşıyoruz. Şimdi yanlarına gidip merhaba biz geldik demek olmaz. Ayıp olur. Sucuğu gördüler, geldiler derler. Böyle desinler istemiyoruz. Gerçi niyetimiz o ama. Olsun. Onlar davet ederlerse, şahane tabii. O zaman sucuklar garanti olacak. O zaman tek çare bizi görmeleri. Çünkü başka yerde yemek yeme şansımız yok.
Biz şimdi yavaş yürüyüşe geçtik Oğuz ile. Onları rahatsız etmeyelim diye görmemiş gibi yapıp yürüyüşe devam ettik. Yanlarına yaklaştık. Sözde yine görmüyoruz. Bu sefer işaret Müjdat’tan geldi, “Vay Mustafa, Oğuz, merhaba, nasılsınız?” dedi. Biz de onları yeni fark etmiş gibi, “Aa siz burada mıydınız? Merhabalar” havasına bürünerek yanlarına gittik; tabii sonrası malum. Sucuk ekmek şölenine biz de dahil olduk.
Akşam olunca Bolu Öğretmen Evi'nde akşam yemeğine geçtik. Burada bir öğretmenin oğluyla bize org ile verdiği muhteşem konser bu güzel gezimizin finali oldu.
Prof. Dr. Mustafa Yüksel