Doktor Mustafa Yuksel
19 Haziran 2019 Çarşamba
6 Aralık 2018 Perşembe
Çamlıca Asker Hastanesi
Çamlıca Asker Hastanesine, 3 aylık Etimesgut’taki yedek
subay eğitimini bitirdikten sonra kura çekerek 1986 yılının Mayıs ayında
başladım. Çok şanslı olduğumu düşünüyordum. Çünkü Göğüs cerrahisinde aldığım
uzmanlık eğitimini Milli Savunma Bakanlığının bu, özel dal hastanesinde devam
ettirecek beraberinde de askerlik yükümlülüğünü tamamlayacaktım. 100’e yakın
büyük akciğer ameliyatı gerçekleştirdiğim Çamlıca Asker Hastanesi’nden çok
güzel anılarla ayrıldım. Asteğmen Op. Dr. Rıza Doğan, Asteğmen Uz. Dr. Orhan
Arseven, Albay Dr. Muhittin Dölalan, Albay
Op.Dr. Tamer Baltacıoğlu, Albay Dr. Nevzat Kaya, daha sonra Gaziantep
Üniversitesine rektör olan Albay Dr. Erhan Ekinci birlikte çalışma şansı
bulduğum meslektaşlarımdı. 1986 yılında İstanbul’un en ağır kışını Çamlıca’da
askerlik yaparken yaşamıştım. Yağan kar 3 gün okulların kapanmasına sebep
olmuştu.
Çamlıca Askeri Hastanesi’nde bir gün idari nöbetindeyken
vefat etmiş bir generalin cenazesinin bizim hastanenin morguna getirileceği
haberi geldi. Morga yerleştirilmek üzere generalin cenazesi getirilince
Başhekimimiz Op.Dr. Mühittin Kanlıçay Albay bana, “generali morgda güzel bir
yere yatırın” diye tembihledi. Ben de gencim o zamanlar, gayri ihtiyari
tebessüm ettim. Çünkü sonuçta morgdayız. Tamam, ben görevimi yaptım, morgda
üstlerde bir yere yatırdık generali ama ne fark eder ki ha alt çekmece ha üst
çekmece. Morg burası. Önemli olan bedene zarar gelmemesi ve korunarak orada
bekletilmesidir. Tabii, maksat albayın gönlü olsun.
Toprağa gömülenleri pek ilgilendirmeyen ama toprağın
üzerindekileri çok ilgilendiren bir mezarlık kültürü var fark ettiyseniz.
Akrabanızın mezarı daha pahalı bir yerdeyse, mesela deniz kenarındaysa ve daha
süslüyse bu durumun bizimle ilgili olduğunu anlamalıyız. Yani bizim hoşumuza
gidiyor.
Ayrıca bu durum yaşayanların arasındaki bir rekabete de
neden olabiliyor her konuda olduğu gibi. Rekabet hırsı, vefat etmiş
yakınlarımızın üzerinden dahi sürüyor. Bir süre sonra beden çürüdüğü gibi
kemikler de çürüyüp gidiyor. Ama mezara yatırım yapılmışsa o prestij devam
ediyor.
Ta ki bu prestij peşinde koşanların kendileri vefat edene
kadar. Tabii, onların da yakınları bu mezarlık kültürüne meraklıysa bu sefer
kendileri giriyor pahalı mezarlıkların içine.
Daha sonraki terfi döneminde sayın Başhekim Muhittin
Kanlıçay albayımın generalliğe terfi ettiğini öğrendim. Benim morgda iyi bir
yere yatırdığım generalin de bu terfide yardımı olmuştur umarım.
16 Kasım 2018 Cuma
Kırmızı Kitap
Doçent olana
kadar aklımın bir köşesinde hep göğüs cerrahisiyle alakalı bir kitap hazırlama
fikri vardı. Bu fikrim isteğe dönüşüp artık o yetkinliği de kendimde görünce
harekete geçtim. Uzmanlığımı aldığım dönemde hocalarıma tekliflerde bulunmaya başladım.
Çünkü birilerinin el vermesi gerekiyordu. Kitabın tüm angaryasını ben
üstlenecektim. Buna büyük bir zevkle razıydım. Güzel bir hizmetin hayali bile
heyecanlandırıyorken bu hizmeti başarmak tarif edilemezdi.
Gelgelelim
kimse bu teklife sıcak bakmıyordu. Bir kişiyi bulamadım. Koşmaya hazır bekleyen
atletler gibi birinin işaret fişeğini çakmasını bekliyorum. Ama ses yok. Kitap
için tek gereken zaman ve emekti ama herkes meşguldü ve emek vermeye istek
yoktu. Böyle olunca da bir süreliğine vazgeçmek zorunda kaldım.
Yıl oldu
1999. Profesör oldum. Artık en genç profesördüm. O günlerde Göksel Kalaycı ile
beraber düzenli olarak doçentlik jürilerine katılmak için Ankara’ya gidip
geliyorduk. Yine bir uçak yolculuğumuzda Ankara’ya giderken klasik bir göğüs
cerrahisi kitabı lafı açıldı.
Göğüs
cerrahisi hakkında Türkiye’de kapsamlı bir kitap yoktu. Doktorlar, öğrenciler, asistanlar,
üniversiteler için kaynak olacak, bu alanda bir araştırma yapıldığı zaman en
arka planda ağırlığıyla duracak, kapsamlı bilgileriyle güven veren ‘ben
buradayım’ diyen kitaplardan olacak bir kitabın hazırlanması gerekiyordu.
Oldukça
iddialı ve geniş kapsamlı bir ismi olan Göğüs Cerrahisi kitabını hazırlamayı Prof.
Dr. Göksel Kalaycı’ya Sıhhiye’de Ordu Evi’nin karşısındaki pastanede kahvaltı
yaparken teklif ettim. Memnuniyetle kabul etti. Tabiri caizse açık çek verdi.
Her türlü desteği vereceğini ve her şekilde kendisine danışabileceğimi söyledi.
O gün başlayan kitap yolculuğumuz tam bir yıl sürdü. Bir yılın sonunda Bilmedya
Grup tarafından basılan kitap elimizdeydi.
Türkiye’nin
‘Göğüs Cerrahisi' kitabını hazırlamak için önce bölümümüzle, sonra çevre
üniversitelerle ve daha sonra Türkiye’deki bütün Tıp Fakülteleri ve Eğitim
Araştırma Hastaneleriyle irtibat kurarak görüşmelere başladık. Seferberlik gibi
bir şeydi. Sürekli mektuplar gidip geliyordu. Hangi doktor hangi konuyu
yazacak, kim kiminle yardımlaşacak, hazırlanan konular yeterli mi, daha ne
yapılmalı, vs. gibi görüşmelerle bir yılı tamamladık.
Bu süreçte
herkesi takip ediyor ve herkesle haberleşiyordum. Göksel Kalaycı ile olan
Ankara buluşmalarımızda da kitap iyice belirginleşmişti. Kitap tamamlanınca
ikimiz de 200’şer dolar ortaya koyarak 400 dolar peşinatla 4000 Dolara mal olan
kitabı 2001 yılında bastırdık. Tıp Fakültelerindeki derslere kaynak oluşturacak
bir kitap hazırlayabildiğimiz için ve bu fikri aklımın bir kenarında terk
etmeyip harekete geçebildiğimiz için mutluyum.
2013 yılına
geldiğimizde Prof. Dr. Akın Eraslan Balcı ile gelen talepler doğrultusunda kitabı
güncelledik. Kırmızı Kitap’ın güncellenmiş halini ne yazık ki Göksel Kalaycı hoca
göremedi. İstanbul Çapa’da benim de jürisinde bulunduğum doçentlik sınavı
gününde bir hasta yakını tarafından vurularak hayatını kaybetti. Ruhu şad
olsun.
28 Eylül 2018 Cuma
112 Acil
1977 yılında ihtisasa başladığım
yıllarda 112 acil diye bir kavram henüz icat edilmemişti. Ama trafikte
bugünkü gibi her an ilk yardım müdahalesine ihtiyaç duyuluyordu.
İlk yardımın
nasıl yapılacağını bilmeyenler dışında bir de benim gibi doktor olmasına rağmen
gerekli ekipmanı olmadığı için yetersiz kalanlar vardı. Bir doktor olarak kaza
geçirmiş birisinin yanında resmen kalakalıyorduk.
Bu durumdan kurtulmak
ve her an trafikte hazır olabilmek için Renault 12 markalı arabamın arkasındaki
ilkyardım çantasına önce küçük bir dikiş seti ekledim. Böylece bir nebze de
olsa kaza geçirmiş birisine müdahalede bulunabilecektim.
Zaman geçtikçe bunun
da yetersiz kalacağını düşünerek cut-down, trakeostomi ve kapalı drenaj setine
kadar uzanan bir acil torbası(bohçası) oluşturdum. Yavaş yavaş arabam ambulans
olma yolunda ilerlerken arabanın arkasındaki bohça tam bir ameliyat seti
olacakken hevesim kursağımda kaldı ve bu sevdadan vazgeçtim çünkü arabam
ambulans değildi ve arabanın arkasında bavul konacak yer kalmamıştı.
Eminim o
yıllarda benim gibi birçok doktor bu hislerle arabasını ambulansa çevirme
girişiminde bulunmuştur. Şimdi yine belki arabalarımızda bir şeyler
bulundurabiliriz ama eskisi gibi değiliz artık.
Ambulanslar kaza yerine 3-5 dakikalık bir sürede geliyor. Tabii bu sefer de bir İstanbul klasiği olan
trafik probleminin getirdiği engeller var. Bu yüzden de yolda olan ambulanslar
yaralılara yetişemeden bazen çok geç kalmış olabiliyorlar.
Mustafa Yüksel
7 Nisan 2018 Cumartesi
1953'ten 53 Yıl Sonra
1953 yılında doğdum. 1953 yılından tam 53 yıl sonra,
53 yaşından itibaren ise tabiri caizse o doğum ve büyüme heyecanını tekrar
tekrar yaşadım ve yaşıyorum. Bu, Pektus yani göğüs kafesi ile oldu.
Bir gün yurtdışında göğüs duvarı deformitesinin
tedavisi hakkında bir konferansa katıldım. Donald Nuss’un orada anlattığı
tedavi yöntemi aklıma yattı. Daha henüz o günlerde pek yaygın uygulanmayan bir
tedavi yöntemiydi. Ancak o gün ikna olmuştum. O konferansta aklıma ve gönlüme o
tohum atılmıştı. Yıllar geçti ve o tohum sonuç verdi. Şimdi tüm ilgim ve
dikkatim Pektus üzerine yoğunlaşmış durumda.
İnsan, nereden nereye diyor. O gün demek ki doğru yer
ve zamandaymışım. O gün sadece ikna olmuştum. Başka hiçbir şey yoktu ortada.
Ama öyle ikna olmuş ve bunun doğru bir yöntem olduğuna inanmışım ki şimdi bu
bilgi ağacını adeta elimde tutuyorum ve dünyanın dört bir yanındaki cerrahlara
dağıtıyorum; gerek onların bana gelmesiyle, gerek de benim onların ülkelerine
gitmemle. Tüm meşguliyetim adeta Pektus oldu.
53 yaşına kadar doktorluk mesleğinde rutin bir hayat
yaşarken 53 yaşından sonra benim için her şey daha hızlı ilerledi ve gelişti.
Adeta kendi potansiyelim de bu Pektus alanı içerisinde meydana çıktı. O
konferansta kulağımdan içeriye giren bilgiler içimdeki potansiyeli tetikledi.
Bu öyle bir süreç ki asla şundan dolayı bunlar oldu
diyemiyorum. Tek bir tavsiye vermem mümkün değil. Doğru da olmaz zaten. Hayal
kurmak, kararlı olmak, hedef koymak, gayret etmek ve tüm bunların yanında da
şartların lehinize işlemesi gerekiyor. Başarı hem size bağlı, hem size bağlı
değil. İpi bir yerden yakalamak gerekiyor. Yakaladın mı da bırakmayacaksın.
Kendine doğru çekeceksin. Çünkü o senin şansın, yolun ve hediyendir. O ipi
gayretle çektikçe potansiyelin de sana doğru gelir.
Ben o ipi çektim. Pektus hastalığının tedavi yöntemini
duydum, etkilendim ve bunun üstüne gittim. Duyup, “ha güzelmiş” deyip de
umursamaz davranmadım. Umursamaz davranırsanız ip kaçar gider.
Tabii yine de gelecekte ne olacak hiç bilemedim. 53
yaşımdan önce de sonra da bu böyle oldu. Bilmedim ama adım attım ve mücadele
ettim.
Mesela tıp öğrencisi olarak amfilerde otururken hiçbir
zaman mezun olup göğüs cerrahisi ihtisası yapacağımı ve göğüs cerrahı olacağımı
düşünmüyordum.
O günlerde dertlerim hep Anatomi, Farmakoloji,
Patoloji ve stajlar ile sınavlardı. Bu kaygılarla boğuşur ve “Hoca bize takar
mı?” endişesiyle ortalıkta pek gözükmezdim pek çok öğrenci gibi.
Mesela Uzman olduğumda aklıma hiçbir zaman öğretim
üyesi olacağım gelmiyordu. Tek kaygım bol bol ameliyat yapmaktı. Geleceği
bilmiyordum ama bulunduğum yerin kaygılarıyla boğuşarak buranın yani uzmanlık
basamağının hakkını vermeye çalışıyordum.
Sonunda öğretim üyesi olduğumda yeterince yayın yapıp
doçent ve profesör olabilecek miyim kaygılarıyla günlerim geçti. O günlerdeki
tüm meşguliyetim editör ve hakemlere yazılarımı kabul ettirmekti.
Ve nihayet profesör oldum. Bu sefer de acaba güzel bir
klinik kurabilecek miyim kaygılarıyla günlerim geçti. Ama Dünya’nın 14 değişik ülkesine
gidip de kendi geliştirdiğim teknik ile ameliyat yapacağımı hiç hayal
etmemiştim.
Kararlılık, hedef koymak, gayretli olmak ve şartların
uygun olması gibi maddelerin yanında hayal etmenin de önemine değinmiştim.
Potansiyeliniz ortaya çıkana kadar kısıtlı hayalleriniz olur ancak
potansiyeliniz ortaya çıktıktan sonra aklınıza bile gelmeyecek hayaller yaşarsınız.
Ne varsa kendinizde var. Bir yaşam koçunun söylediği gibi, “sabit giderleriniz
küçük ama hayalleriniz büyük olsun”.
Sağlıcakla kalın,
Mustafa Yüksel
30 Mart 2018 Cuma
Yüzleşme
Ankara
Atatürk Sanatoryumundaki eğitimim sırasında, 1983 yılında çıkan mecburi hizmet
yasası nedeniyle, tüm Türkiye’den 16 adet değişik merkezlerden yetişmiş uzmanın,
benim de eş durumu nedeniyle atandığım bu merkeze gelmesi benim için büyük bir
farkındalık deneyimidir.
Bu
merkezde çalışırken ilk defa yurtiçinde yapılan kongreye gittim ve ilk defa
sunum nedir, nasıl yapılır orada gördüm. İlk yüzleşmem Hacettepe grubuyla
karşılaşmamda oldu. İnsan sadece kendini eğitim aldığı yerle kısıtladığında
yüzleşmeleri daha bir sarsıntılı oluyor.
Biz de
en iyi eğitim kendimizde sanıyorduk. Ama burada yeni bir dünya ile karşılaştık.
Sonra ya bir dakika dedik, daha yeni başlıyoruz. Değişik merkezlerden gelen
uzmanlarla çalışmaya başlamam bende bu kişilerin yetiştiği merkezleri tanıma
merakı uyandırdı.
İlk
fırsatta Hocam Op.Dr.Güven Çetin’in desteğiyle Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğine gidip Prof. Dr. Şinasi Yavuzer ve Prof. Dr.
Erdoğan Yalav hocamla 3 ay onların başasistanı olarak çalıştım. Bu çalışmaları
daha sonra yurtdışı deneyimleri takip etti.
Marmara
Üniversite Hastanesinde çalıştığım günlerden bir gün Turgut Özal Üniversitesi
Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi öğretim üyelerinden Dr. Ömer Soysal bir
yıldır eğitim için kaldığı ABD’den dönerken Marmara’ya uğradı. Ben, onun
geldiği sırada hastanın yanında kendi kendime meşguliyet halindeyim.
Ameliyatını yaptığım hastalardan birinin diren şişesini ters çevirerek boşaltıp
(şişe kapalı bir fanus gibi olduğu için su doldurma yerleri şişenin tepesinde)
temiz serum fizyolojikle dolduruyordum. Ömer Soysal bana baktı baktı, sonra
yaklaşıp, “Ya abi, buna aspiratörle boşaltalım, daha iyi olmaz mı?” dedi. Ben
elimde kovalarla Soysal’a bakıyordum. “Niye bu daha önce benim aklıma gelmedi”
diye hayıflandım.
Görmeden, izlemeden olmaz. Havadan konuşarak bu işler
olmuyor. Biraz ayağa kalkıp hareket etmek, zahmete girmek, etkileşime girmek
gerekiyor. Düşünmek elbette olmazsa olmaz ama tek başına yeterli değil. Kişi
sadece düşünerek yol alamaz. Böyle özgüven geliştiremez. Kısaca öğrenemez. Ama
insan gidip gördüğünde, bilenlere kulak verdiğinde, öğrendiğinde o zaman tamam
diyorsun, bunu benim bulunduğum yerde kimse bilmeyip uygulamasa da ben bu işi
öğrendim, yapacağım diyebiliyorsun. Böylece yeniliklerde de ön ayak oluyorsun.
Benim
Pektus ile ilgili görmediğim yer kalmadı şu Dünya’da. Dünya’nın dört bir yanına
gittim. Her yerden bir şeyler kaptım. Bir hesap yaptım 3 yıl içinde uçakla
100.000 km yol kat etmişim. Sonra her yere bir şeyler vermeye başladım. Çünkü
bir saatten sonra her yerden bilgi toplayınca uğradığınız yerlerden daha dolu
oluyorsunuz çünkü her bir yer olaya bir noktadan bakıyor. Ama siz her noktaya uğradığınız
için işin farklı yönlerini de bilmiş oluyorsunuz. Tabii bir de açık olmak
gerekiyor. Gelişime, eğitime, yeniliğe açık olmadan harmanlama da olmuyor.
Fazla
yer görmenin bir diğer enteresan yanı da uzaktan bilgi sahibi olmanın pek doğru
olmadığını görüyorsunuz. Mesela çok yüceltilen yerlere gidince oranın ne
olduğunu yerinde görmüş oluyorsunuz. Ya gerçekten yüceltildiği kadar kaliteli
oluyor ya da tam tersi hiç de öyle olmuyor, oldukça basit oluyor. Bu da ayrı
bir yüzleşme konusu.
Yenilik
denilen şey iyi giden ameliyatları hep aynı yürütmek değildir. Hep geliştirmeye
çalışmaktır. Hizmet güzel ama bir de bu hizmetin ortaya çıkış potansiyeli var.
Bunu kullanmalıyız. O da keşfetme arzusu ve araştırmacılık. Hizmet veren
hastanelerle üniversitelere bağlı olan hastaneler arasındaki fark da budur.
22 Mart 2018 Perşembe
Abant Gezisi
Bu anlatacağım hikâye muhtemelen iştahınızı açacak, karnınızı
acıktıracak. Şimdiden kusura bakmayın. Ama karnınızın acıkmasıyla kalmasın
bence bu. Mutlaka karlı havada sucuk ekmeği bir deneyin. Planlarınızın arasında
dursun derim; açık ve karlı bir hava, bol oksijen, spor, ardından sucuk ekmek
ve dost sohbeti.
Kendisiyle İngiltere’de tanıştığım Prof. Dr. Oğuz Polat
ile birlikte bir dönem çok gezdik. Benim 1 yıllığına eğitim için gittiğim
Londra’ya Oğuz 3 aylığına “British Counsil” bursu ile gelmişti. İkimiz de
yalnızdık, birlikte tüm İngiltere’yi dolaştık. Türkiye’ye döndüğümüzde de bu
yakın arkadaşlığımız devam etti, ailecek programlar yapardık. O zamanlar
ikimizin de bütçesi kısıtlı olduğu için durumumuza uygun şeyler arardık. Bu
yüzden indirimlerden yararlanmak için tatillerimizi aynı tarihlere denk getirip
aynı yerlere giderdik.
Mesela Abant’a gideceğimizde Bolu’da “Öğretmen
Evi”nde kalırdık. İkimize de öğretim
üyesi olduğumuz için indirim yapılırdı. Böylece ekonomik açıdan idare ederdik.
Kayak yapmayı bana ilk defa Oğuz öğretmiştir. İlk kayma denemelerimi 37 yaşımda
Uludağ’da yapmış, ilk gün kaymayı becermiştim.
Eskiden imkân buldukça kayak yapmaya giderdik. Artık
gidemiyorum. Çünkü o kadar da güvenli bir spor gibi gelmiyor bana. Sonuçta her
an bir yerinizi sakatlayabilirsiniz. Bir doktorun sakatlanması da günlerce
ameliyatlarda işlevsiz hale gelmesi demektir. Hele her ay yurtdışında bir yerlere konferansa veya
ameliyata giden benim gibi birisi için bu riske girmeye değmez diye düşündüğüm
için artık kayağa gitmiyorum. Daha tehlikesiz tatiller tercihim.
Yine bir gün Oğuz ile Bolu’da Öğretmen Evi’nde
kalıyoruz. Oradan Abant’a gitmeye karar verdik. İyi bir yürüyüş yapalım dedik.
Tempolu yürüyüşte insanın ciğerleri açılıyor. Bir de bunu karlı havada
yaptığınız zaman bol oksijen ile adeta diriliyorsunuz. Enerji doluyorsunuz;
bembeyaz ağaçların arasında yürümek çok keyifli. Hele o karlı ormandaki
sessizlik, sadece hafif bir flüt sesi gibi rüzgâr ve tabii ayağınızın
altından gelen katır kutur dinlendirici ve kulağınızı doyurucu, bastığınız
karın sesi.
Her şey bu şekilde güzel giderken içerden bir ses
gelmeye başladı, bir sorun çıktı. E zaman geçiyor haliyle. Karnımız acıktı. Hem
de baya baya acıktık. Bol oksijen soluyarak yürüyüş yapınca açlık bir anda
vuruyor. “Ya şimdi ne olacak bizim halimiz” durumuna düştük resmen. İşte bu
halde Abant’ta gölün etrafında yürümeye devam ediyoruz.
Derken etraftan kokular
gelmeye başladı. Sucuk kokusuydu bu. Kokuyu takip etmeye başladık sanki. Gerçi
koku her yerden bizi öyle bir sardı ki nereden geldiği de belli değildi. Yolu
takip etmeye devam ediyoruz sabırla. Yani etrafa da bakıyoruz yemek
yiyebileceğimiz hiçbir yer yok. Bir yürüyüş keyfi yapalım dedik açlıktan ne
olduğumuzu şaşırdık.
Yürürken biraz ileride bir de ne görelim. Bizim pediyatri
Anabilim Dalı başkanı rahmetli Prof. Dr. Müjdat Başaran yol kenarına mangalı
kurmuş millete sucuk ekmek yapıyor. Biz de gittikçe oraya doğru yaklaşıyoruz.
Şimdi yanlarına gidip merhaba biz geldik demek olmaz. Ayıp olur. Sucuğu
gördüler, geldiler derler. Böyle desinler istemiyoruz. Gerçi niyetimiz o ama.
Olsun. Onlar davet ederlerse, şahane tabii. O zaman sucuklar garanti olacak. O
zaman tek çare bizi görmeleri. Çünkü başka yerde yemek yeme şansımız yok.
Biz
şimdi yavaş yürüyüşe geçtik Oğuz ile. Onları rahatsız etmeyelim diye görmemiş
gibi yapıp yürüyüşe devam ettik. Yanlarına yaklaştık. Sözde yine görmüyoruz. Bu
sefer işaret Müjdat’tan geldi, “Vay Mustafa, Oğuz, merhaba, nasılsınız?” dedi.
Biz de onları yeni fark etmiş gibi, “Aa siz burada mıydınız? Merhabalar”
havasına bürünerek yanlarına gittik; tabii sonrası malum. Sucuk ekmek şölenine
biz de dahil olduk.
Akşam olunca Bolu Öğretmen Evi'nde akşam yemeğine geçtik. Burada bir öğretmenin oğluyla bize org ile verdiği muhteşem konser bu güzel gezimizin finali oldu.
Prof. Dr. Mustafa Yüksel
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)